14 Ocak 2012 Cumartesi

L'illusionniste - Kaybolan Bütün Güzelliklere Reverans



''Belleville'de Randevu/Les Triplettes de Belleville'' in yaratıcısı Sylvain Chomet'den yine enfes bir animasyon. Fransız sinemacı Jacques Tati'nin yıllar önce yazdığı ve perdeye aktarma fırsatı bulamadığı öyküyü Chomet, bildik hüneriyle yansıtmış perdeye. Fransız komedisine damga vurmuş, bütün zamanların en önemli sinemacılarından Jacquies Tati'ye ve eserlerine saygılarını sunan yapım, son derece naif atmosferiyle izleyeni derinden etkiliyor. Tati'nin senaryosundan uyarlanan film, 'büyüsü bozulmuş dünyayı büyülemenin imkansızlığından' söz ediyor son tahlilde. 1950'lerin sonunda geçiyor öykü. 60'lar başlarken Tati'ye göre birçok şeyin sona erdiği, nezaketin, naifliğin, insan sıcaklığının kaybolduğu günlerde. Geçmiş zamanın ünlü sihirbazı, neslinin tükenmekte olduğunu fark etmiştir. Artık sahne sanatları, illüzyon tatmin etmemektedir insanları. İçi hızla boşalan, sığlaşan, değer yargılarını üç paraya bozduran dünya, kudurmuş, azmış, şekil değiştirmiştir. Acımasızdır kuralları artık günlerin. Yaşlılara yer yoktur.


 İskoçya'da bir balıkçı köyünün barında gösteri yaparken temizlikçi kızla karşılaşır kahramanımız Jacques Tatischeff.(Aynı zamanda Jacques Tati'nin gerçek ismidir bu.) Bu son derece naif baba-kız ilişkisi, karşılıksız sevgiye dayansa da, dışarıdaki Dünya'nın acıtan gerçekleri, duyguların üstesinden gelmeye kararlıdır. Sihirbaz diye bir şey yoktur der usta sihirbaz ardında bıraktığı son notta... Bu aynı zamanda Tati'nin bıraktığı son nottur dünyaya. Büyük bir hüznün ince bir mizahla desteklendiği animasyon, yaşadığımız barbarlık ve kabalık çağında, damara enjekte edilen bir ilaç kadar güçlü. Tati'nin orjinal öyküsüyle, film arasında bir takım değişiklikler yapmış Chomet. Prag'da geçen öyküyü, bir süredir yaşadığı Edinburgh'a taşımış. Orjinal senaryoda, sihirbazın hayvanı bir tavukken, filmde sihirbazların olmazsa olmazı ''tavşan''a dönüşmüş. Dünya prömiyerini, Berlin Film Festivali'nde yapan ve geçtiğimiz Filmekimi ile Antalya Altın Portakal'ın programında da yer alan enfes animasyon kaçırılmaz. İçinde yaşadığımız çağdan ve günlerden hoşnutsanız bile izleyin. Perdede duran naiflik, şefkat, iyilik ve artık var olmayan değerlerin büyüsü, belki sihirbaz diye bir şey olduğuna sizi inandırabilir...
10/10

12 Ocak 2012 Perşembe

Carnage(2011)




Fransız oyun yazarı Yasmina Reza'nın kısa sürede popüler hale gelen ve Broadway sahneleri dahil dünyanın birçok yerinde sahnelenen oyunu "Le Dieu du Carnage", Roman Polanski'nin ellerinde bir sinema filmine dönüşürken henüz kağıt üzerinde Kate Winslet, Christoph Waltz, Jodie Foster ve John C. Reilly'den oluşan dört kişilik oyuncu kadrosuyla oldukça cezbediciydi. Baştan sona tek bir mekanda geçen ve diyaloglar üzerinden ilerleyen bu alabildiğine komik öykü, Polanski'nin ellerinde muzipliğini hiç kaybetmiyor, sahnedeki temposunu da aynen sinema perdesine aktarıyor.


Karşımızda, "sıradan" olarak addedilebilecek, çocukları okul bahçesinde çeşitli sebepler nedeniyle kavga etmiş iki orta yaşlı çift var. Film boyunca bahsi geçen kavga mevzusunun etrafından dolanarak, hayata dair pek çok konuda saflara ayrılıp tartışıyorlar. Tartışma bazen sertleşiyor, bazen yumuşuyor. Bazen orta bir nokta bulunur gibi oluyor, ancak birkaç saniye sonrasında kimsenin aslında birbirini anlayamayacağı bir düzlemde olduğu çıkıyor. Kısacası, kendine yetişkin diyenlerin ironik yetişmemişlikleri Acımasız Tanrı (Carnage)'nın olay örgüsüne güç pompalayan başlıca öğe. Bu seksen dakikalık "gerçek zaman"lı hikaye de, akışı bir an bile sekteye uğratmayan diyologlarla müthiş bir şekilde işleniyor.


Polanski, filmin her anından anlaşıldığı üzere senaryo aşamasında oyunun da yazarı olan Yasmina Reza ile çalışmanın avantajlarından faydalanmış. Öyle ki, yalnızca seksen dakikada tanımaya çalışacağımız ve haklarında kendi cümleleri dışında hiçbir ipucu olmayan karakterler kısa sürede üçüncü boyutlarını kazanıyorlar. İnişli çıkışlı diyaloglar ve bir ötekinden apayrı sularda gezinen meseleler birbirine ustalıkla bağlanıyor ve filmin sürükleyiciliğindeki başlıca unsur oluyorlar. Bu esnada da filme güç veren mizah unsurları da bir an olsun bayağılaşmadan filme renk katmayı sürdürüyor.


Polanski'nin tiyatro estetiğini sinemanın imkanlarıyla pek de makyajlamadan çektiği filmindeki en büyük başarısı da seksen dakikada olup biten bir olayı seksen dakikalık bir yönetmenlikle sunabilmesi. Film tıpkı bir tiyatro oyunu gibi tek bir günde, seksen dakika içerisinde kotarılmış hissiyatı yaratmakta çok başarılı. Filmi izleyen bir seyirci kendisini çok başarılı bir tiyatro oyunu seyrediyormuş gibi hissediyor. Zaman su gibi akıp giderken, Polanski'nin tempoyu muhafaza etmekteki üst düzey başarısı göz kamaştırıyor.


Acımasız Tanrı'ya dair bir diğer önemli detay da, her biri ayrı ayrı övgüyü hak eden müthiş oyunculukları. Filmin dört başrol oyuncusunun hepsi, karakterlerini çok büyük bir başarıyla giymeyi başarıyorlar. Filmin süresi boyunca sırayla ön plana çıkıp, birbirlerinden rol çalmaktan şiddetle kaçınıyorlar. Christoph Waltz'u ise Hollywood'un eğlence ağırlıklı damarının birkaç hafif filminde gezindikten sonra, nispeten daha ciddi ve iddialı bir rolde görmek keyif veriyor. Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds) ile birlikte hayran olduğumuz bir oyuncuyu, böyle karakterleri güçlü filmlerde görmek çok heyecan verici.


Polanski'nin bazı kişisel tercihleri ise, aslında filmin üslubuyla alakalı. Öyle ki, Polanski sinematografisi ile "ben bir sinema filmiyim" diye bağıran bir film çekmek amacında değil. Bu nedenle, sinemanın nimetlerinden pek fazla faydalanmayan, gerçek mekanlı bir tiyatro oyunu izliyoruz aslında. Bu da filmi bir yönetmen filminden ziyade bir yazar filmi haline gtiriyor. Polanski, sanki bir tiyatro sahnesinin perde arkasından oyuncularını izliyor ve en az bizim aldığımız kadar büyük bir keyif alıyor. Bu aşamada ustaca dokunuşlarıyla kendi yönetmenliğini pasifmiş gibi gösterip kusursuz bir tempo ayarı yaparak sunuyor.


 Acımasız Tanrı hakkında söylenebilecek en önemli şey, geçmiş senenin ilgiyi en çok hak eden yapıtlarından biri olduğu. Zekice yazılmış bir tiyatro oyununu, müthiş oyuncuların yorumuyla izlemek gerçekten büyük bir keyif veriyor. Filmin, sinema estetiğine pek de sırtını dayamayan tarzı ise oyunun metnine olan büyük güvenden ileri geliyor. Başarılı alt metinleriyle, taşımaktan hiç yorulmadığı ironisiyle, enfes karakterleriyle Acımasız Tanrı, sinema salonlarında yapabileceğiniz en iyi seçimlerden biri.
7/10

7 Ocak 2012 Cumartesi

Mission İmpossible:Ghost Protocol(2011)



İlki 15 sene önce çekilen ve her devam filminde daha da kabak tadı veren bir seriyi devam ettirmek ilk etapta nafile bir çaba gibi görünebilir. Ancak Tom Cruise'un elleriyle büyüttüğü bebeğini yarı yolda bırakmaya hiç niyeti yok. Tamam, aslında bu durumu işin içine "bebek" katarak duygusallaştırmaya gerek yok. Cruise'un 100 milyon dolar barajını aşan son filminin Görevimiz Tehlike 3 (Mission: Impossible III) olduğu gerçeği bile herşeyi açıklamaya yetiyor.

1996 yılında Brian De Palma'nın -kendi karakteristiğinden biraz uzakta seyretse de- komplolar ve casus gerilimiyle ördüğü ilk filmiyle başlayan macera, farklı geleneklerden sinema anlayışına sahip olan yönetmenlerin koltuğu devralmasıyla devam etti. 'Aksiyon sinemasının paşası' olarak nitelendirebileceğimiz John Woo'nun imza attığı ikinci film, komplo ve gerilimi çöpe atıp, Uzakdoğu alışkanlıklarını alabildiğine abartılı bir şekilde gözümüze sokuyordu. Çoğu seyirci ve eleştirmen bu açıdan yaklaşmadı ama John Woo, Görevimiz Tehlike 2 (Mission: Impossible II)'de aleni bir şekilde kendi parodisini yapıyordu. Belki de tek hatası başrolde Chow Yun-Fat yerine Tom Cruise olduğunu unutması oldu. Bu kıyafet Tom Cruise üzerinde o kadar iğreti durdu ki film geniş kitlelerce yerden yere vuruldu. Yine de televizyondan gelen ve istemese de sinemacılık kimliğine etkileri sinen J.J. Abrams'ın kolayca unuttuğum Görevimiz Tehlike 3 (Mission: Impossible III)'ünden daha kişilikli bir filmdi. İşin ilginç yanı Tom Cruise'un başrolünde olduğu bir Alias bölümünden hallice olan 3. film, serinin yeniden doğuşu olarak resmedildi. Bu resme benim gibi inanmayan insanlar arasında Tom Cruise ve bizzat J.J. Abrams'ın da olduğunu düşünüyorum. Zira aldıkları yerinde kararla dördüncü film için Brad Bird'ü yönetmenlik koltuğuna oturtan yapımcı ikili, bu sayede serinin asıl yeniden doğuşuna zemin hazırladılar.



The Iron Giant, İnanılmaz Aile (The Incredibles) ve Ratatuy (Ratatouille) gibi işleriyle animasyon sevmeyenleri dahi bir kez daha düşünmeye sevkeden Oscarlı yönetmen Brad Bird, ilk kanlı canlı filmine sahip olduğu animasyon ruhunu katıp harikalar yaratıyor. Tüm eski casus filmi klişelerini barındıran senaryoyu hiç kafaya takmayan ve oluşabilecek dezavantajları yönetmenlik kabiliyetleriyle avantaja çeviren bir anlayış var Brad Bird'ün filminde. Yönetmen filmin başında duyduğumuz ' nükleer silah, nükleer silah kodları, kötü Ruslar' gibi isim ve sıfat tamlamalarının, bize ' beyninizi iki saatliğine bekleyemeye alın, kafa yormaya gerek yok' açıklamasını yaptığını varsayıyor ve bu hareketle bünyemizde kalan fazla enerjiyi duyu organlarımız için kullanmamızı rica ediyor.

Usta yönetmen Howard Hawks'ın iyi bir filmi tanımladığı ' Üç harika sahne çek, geri kalan sahneler de kötü olmasın yeter' düsturunu kaynak olarak alırsak – ki yeterince güvenilir bir kaynaktır- Görevimiz Tehlike 4 (Mission: Impossible - Ghost Protocol) iyi bir film. Dean Martin'den 'Ain't That A Kick in the Head' eşliğinde izlediğimiz, olabildiğine eğlenceli bir hapishaneden kaçış sahnesiyle açılan film, bu dakikadan sonra arada vasat ama kötü olmayan bağlamalar yaparak aksiyon sekanslarını sıralıyor. Açık bir biçimde hissedilen James Bond dokunuşunun da etkileriyle Budapeşte, Moskova, Dubai ve Mumbai arasında mekik dokuyan Ethan Hunt ve ekibi, her ülkede 'kötü adamı dize getirecek' bir aşama kaydediyorlar. Bütün bu gezinti içerisinde özellikle Dubai bölümü şovu çalıyor. IMAX sayesinde etkisi ikiye katlanan Burj Khalifa'daki (dünyanın en yüksek binası) 'bir yerlere tırman ve içeri sız' sahnesi, sırf görselliği daha da coşturmak için kotarılan kum fırtınası içinde takip anları bu yılın en iyi aksiyon filmini izlediğiniz konusunda şüpheye yer vermiyor.
Ghost Protocol'ü öncüllerinden ayıran en büyük farkı karakterlerinin geçmişlerine göz ucuyla da olsa bakması. Bir önceki filmde gönül ilişkisine girdiği kadınların sonraki bölümde kayıplara karışmasına alışık olan(!) Ethan'ın eşiyle ilişkisi sizin hayalgücünüze bırakılmıyor mesela. Aynı şey ekip elemanları için de geçerli. Bütün karakterlerin geçmişle hesaplaşmak, intikam almak, saha ajanı olmak gibi 'amaçları' var.

Filmin en yetersiz seçimi ise maalesef kötü adam konusunda yaşanıyor. Para ya da gizli bir silah gibi spesifik şeyler peşinde kendini heba eden Mission Impossible kötülerinin yerini, nükleer bir savaş sayesinde gezegenimizin yeniden yapılanabileceğini düşünen bir fanatik alıyor. Ejderha Dövmeli Kız (Män som hatar kvinnor)'dan hatırlayacağımız Michael Nyqvist'ın oyunculuğunda problem yok ama karakterin yetersiz işlendiği çok açık bir şekilde ortada. Jeremy Renner (her ne kadar Tom Cruise'den sahne çalmasına izin verilmese de), Paula Patton ve Simon Pegg'in rollerinde gerekeni yaptığı filmin kutlanması gereken ismi ise -ne kadar kasıntı bulsak da- Tom Cruise... Sırf Hollywood aksiyon sinemasını tek başına ayakta tutmaya çalıştığı için değil, sonunda Ethan Hunt karakterini ve filmin tonunu tam olarak özümseyerek Brad Bird'ün işini kolaylaştırdığı için...

4 Ocak 2012 Çarşamba

Bisikletli Çocuk (2011)


Hani klişe bir tabir vardır, "yanı başındaki şeylerin değerini, onlar yok olmadığı sürece anlayamazsınız" diye. İşte BelçikalıLuc Dardenne ve Jean-Pierre Dardenne kardeşlerin, Bisikletli Çocuk (Le Gamin au vélo) filmi "Benim babam beni istemese ne yapardım?" sorusunu bütün ciddiyeti ile ortaya getirip, seyirciyi bu empatiyle baş başa bırakan bir film. Mayıs ayında 2011 Cannes Film Festivali'nde Nuri Bilge Ceylan'ın son ustalığı Bir Zamanlar Anadolu'da ile Büyük Ödülü paylaşmış olan film, gösterim tarihinin birkaç hafta erkene çekilmesiyle bu haftaların vizyon sürprizi oldu.

İki ay önce Filmekimi kapsamında da meraklı festival seyircisiyle buluşan yapım, annesi zaten görünürde olmayan, kelimenin tam anlamıyla beş para bile etmeyen babasının da onu terk ettiği 12 yaşındaki Cyril'in öyküsünü beyazperdeye taşıyor. Karşıdan baktığınızda bizim alışık olduğumuz tipik bir Yeşilçam dramı bekleyebilirsiniz. Fakat bu öykü Dardenne Kardeşler'in ustalıklı senaryosu ile başta Cyril'e kızmanızı, hatta bu kadar inatçı bir çocuktan nefret etmenizi sağlıyor; ardından da kasti gibi görünen her türlü zarar verici hareketinin aslında terk edilmişlikle başa çıkmaya çalışan yalnız bir çocuğun kendince çırpınışları olduğuna kanaat getiriyorsunuz.

Zira oturduğunuz sinema koltuğundan kalkıp, Cyril'in tarafına geçmek biraz zaman alıyor. Kaldırması, kabullenmesi çok zor; bizler için bile reddedilmek ne kadar dayanılmazken Cyril'in koruyucu aile olmayı kabul eden Samantha'ya karşı davranışlarını kendisini seven, kollayan bir insana ihanet olarak değil de, kendisini sokağa atan yetişkinlerin düzeninden intikam almak gibi görmek gerekiyor. Zira Cyril'in her koşulda korumaya çalıştığı bisikletinden ve hayata karşı biriken öfkesinden başka elinde hiçbir şeyi yok. Tam da bu noktada Cyril'e bir yetişkin olarak kızmayı ve yüklenmeyi bırakıp, Samantha gibi ona sabır göstermek ve belki de sevgiye boğmak gerekiyor.



Bu noktada karakterlerin inandırıcılıkları açısından küçük oyuncu, şeytan Cyril Thomas Doret'nin ve ‘melek' Samantha rolünde Cécile de France'in oyunculukları tam puan alıyor. İki zıt kutupta ama performansın tutarlı gittiği oyunculuklarla film seyirciyi içine almayı başarıyor.

Öykü anlatımında zaman zaman tempo ağırlaşsa ve sonlara doğru bazı sahneler fazladan uzatılmış gibi dursa da, yönetmenler gidişatı merak etmenizi sağlayacak bir hikaye kurgusuyla ilerliyor. Özellikle Samantha'nın her dilde "Pes artık!" dedirtecek sabrı, seyircinin ilgisini ayakta tutan en önemli unsur kanımca. Bu karakterin "ebevyen dayanıklılığı" açısından, Kevin Hakkında Konuşmalıyız (We Need to Talk About Kevin) filminde Tilda Swinton'ın oyunculukta döktürdüğü Eva karakteri ile benzeştiğini de söyleyebiliriz. Gerçi çocuklar açısından baktığımızda Kevin'in içine şeytan kaçtığını rahatlıkla ifade edebilirken, Cyril'in çevresinin sürüklediği koşullardan dolayı kısa süreliğine de olsa ‘kötülüğü' seçtiğini kabul etmek gerekiyor. İnsanın yüreğine taş bağlayıp denize atmakta usta olan Dardenne Kardeşlerin bu filmle anlatmak istedikleri belki de bu olabilir: hayata karşı 1-0 kaybetsen de kötülüğü ya da iyiliği seçmek hala senin elinde... Hayatın kendisi zaten bu kadar ‘film-noir'ken, biraz Pollyanna olmanın da zararı yok hani...

Sonuç olarak önümüzde evrensel bir terk edilmişliği, derli toplu bir anlatım diliyle karşımıza koyan, üstelik Cannes tasdikli bir yapım var ve sizden tek beklentisi 87 dakika boyunca biraz empati ve sabır. Bisikletli Çocuk Avrupa sinemasını seven ve beyazperdede bu hafta dram seyretmek isteyenler için sinemalarda...
9/10

3 Ocak 2012 Salı

Nuri Bilge'nin getirdikleri

                                                 

    Nuri Bilge ''güzel ve yalnız'' ülkemize çok şey kazandırdı, ancak bunlardan en önemlisi prestij şüphesiz.Nuri Bilge, kendisiyle birlikte sinemamızı da büyütüyor. ''Edirne'den ötesine'' gidememiş ve uluslararası alandaki tek başarısı Yol'un Cannes'dan aldığı altın palmiye olan sinemamızın, her çektiği film ile Cannes'da başarılı olan bir yönetmene sahip olması büyük lütuf. Bu yönetmenin, 2009 Cannes jürisine başkanlık ettiğini de hatırlatmak gerek.
  Uzak'tan bu yana, çektiği her film başarılı olmuş bir yönetmenin, Okyanus ötesinden farkedilmemesi de imkansız olurdu tabii. Bir Zamanlar Anadolu'da'nın tanıtım gecesinde, Jude Law'un Nuri Bilge Ceylan'a övgüleri ve bir gün onun yöneteceği bir filmde oynamak istediğini söylemesi, Robert De Niro ve Dardenne Kardeşler'in övgüleri ile Terrence Malick'in kendisini ''geleceğin büyük sinemacısı'' ilan etmesi Nuri Bilge özelinde olağanken, sinemamız genelinde çok önemli şeyler. Senelerdir, ''Recep İvedik''lerin ambargo koyduğu sinemamıza kazandırdığı prestij, sanatsal sinemanın ayaklanmasına neden oldu.

   Nuri Bilge sinemamıza prestij kazandırmakla kalmadı, ödüllerde kazandırdı.Semih Kaplanoğlu ile birlikte Uluslararası başarıya aç bir sinemanın, karnını doyurmasa da, açlığını bastırdı. Oscar yarışına ilk kez heyecanla bakmamıza neden oldu. Üç Maymun'un son dokuza kalması, son beşi kıl payıyla kaçırması uzun zaman sonra bizi heyecanlandıran gelişmeler oldu. Şimdi Büyük Ödülü kazanmış Bir ZamanlarAnadolu'da ile daha da umutluyuz. Filmin, Amerika Bağımsız Film Festivali'nde aldığı olumlu eleştiriler de elini güçlendiriyor. Oscar' ı kazanamasakta, son beşe kalacağımızdan hiç şüphem yok.
  Nuri Bilge ayrıca ülkemizdeki bir tabuyu da yıktı. ''Ekrandan uzun uzun uzaklara bakan adamların'' filmlerinin, yüz-yüzelli bin gişeler yapması hayal bile edilemeyecek bir şeydi, bunu gerçekleştirdi. Filmlerinin DVD baskıları iyi sattı.
  Nuri Bilge, amiyane tabirle ''çölde vaha gibi'' bir sanatçı. Her tarafından deneyim, her tarafından bilgi, başarı akan bu değerli sanatçının değerinin bilinmesi ve öldükten sonra değil, yaşarken onurlandırılması gerekir. Ancak bizde ne bunları düşünecek aydın bir halk var, ne de sanata değer veren bir yönetim.

30 Aralık 2011 Cuma

Sherlock Holmes:A Game of Shadows(2011)

                                           
Sherlock Holmes bir çok açıdan iyi bir film. Esaslı karakterleriyle, başarılı yönetimiyle, alengirli senaryosuyla ve zekice kurgulanmış dövüş sahneleriyle de yılın en fiyakalı filmlerinden birisi olduğu kesin.
  Guy Ritchie'nin devamlı takipçileri bilirler, yönetmen diyaloğa dayalı, akıcı filmler çekmeyi sever. İlk filmi ''Lock, Stock and Two smoking Barrels'' ve ardından gelen ''Snatch'' ile, belli bir sinema dili oluşturdu. O dönemlerde stili, Amerikan Quentin Tarantino'ya benzetiliyordu.Ancak arada belli bir fark olduğu çok açık: Her ikisi de fiyakalı diyaloglara dayalı filmler çekmeyi seviyor, ancak Tarantino filmlerinde bu diyaloglar 15-20 dakikayı bulurken, Guy Ritchie filmlerinin akıcı yapısı sebebiyle diyaloglara bu kadar süre vermeyi uygun bulmuyor. Nitekim Snatch'in de, Lock Stock and two Smoking Barrels'ında, Sherlock Holmes'ün de aşırı derecede akıcı olduğu, izleyen herkesin malumu.
  Konuya dönecek olursak, Guy Ritchie bu başarılı filmlerinin ardından eşi Madonna hatırına çektiği ''Swept Away'' ile kariyerinde büyük bir düşüş yaşadı. Gerçekten kötü bir filmdi ve eleştirmenler de filmi yerden yere vurdu. Sonrasında gelen ''Revolver'' ve ''RockNRolla'' ile kariyerinde belli bir ivme yakaladı ve karizmasını düzeltti. Ancak onun esas çıkış filmi, ''Sherlock Holmes'' oldu.
                                        
   2009 tarihli Sherlock Holmes ile, Guy Ritchie kariyerinde büyük bir çıkış yakaladı ve eski parıltılı günlerine döndü. Sherlock Holmes, her açıdan tam Guy Ritchie'lik bir eserdi: Nev-i şahsına münhasır bir karakter vardı ve bu karakter çözülmesi en zor ve imkansız gizleri çözen bir danışma dedektifiydi! Bu yapı, Guy Ritchie'nin filmlerindeki karışık ve gizemli yapıyla birebir örtüşüyordu. Senaryoda da büyük etkisi bulunan Guy Ritchie, müthiş oyunculuk performanslarıyla(Robert Downey Jr. ve -özellikle- Jude Law'un hakkını teslim etmek gerek.) alnının akıyla bu projeyi tamamladı. Kariyerindeki çıkışı sürdürmek isteyen Guy Ritchie'nin, devam  filmini çekebilmek için bir sürü projesini de ertelediğini belirtelim.
    Film, Holmes'un hayatında gerçekten bağlandığı tek kadın olan belalısı Irene Adler'ı takibiyle başlıyor. Adler'a bu denli yaklaşması, pek de iyi sonuçlanmıyor tabii! Ancak başına gelen belaları defeden Holmes, Adler'ın biriyle görüşmek üzere katıldığı bir müzayedeye gizlice sızıyor ve bir patlamayı engelliyor. Son yıllarda, Avrupa bombalı saldırı haberleriyle çalkalanmakta. Gazeteler bunun, devletlerin işi olduğunu iddia ediyor ancak Holmes'un farklı bir görüşü var:Bunların arkasında birilerinin olduğu ve bu patlamaların planlı gerçekleştiği. Yaptığı araştırma ve takipler sonucunda, bu kişiyi de buluyor:Holmes'un romanlardaki baş belalısı, Profesör James Moriarty! Holmes, Moriarty'nin büyük bir komplo yapacağını biliyor ve bunu engellemek için yola çıkıyor. Ancak yanına, eski ortağı, Watson'u da alıyor. Ve böylece Holmes ile Watson, son bir maceraya girmiş oluyorlar.
   Holmes ile Watson'un yolculuk sırasında başlarına gelenler, kesinlikle izlemeye değer. Holmes'un kadın kılığına girmesi, at fobisi, içkiye karşı dayanıksızlığı gibi detaylar filme keyif katan unsurlar. Watson'un evlenmesine rağmen eski maceralarını özlemesi, derinden derine Holmes'e karşı büyük bir sevgi beslemesi gibi durumlara da filmde değinilmiş.  Holmes'un ağabeyi Mycroft'un anadan üryan şekilde evde dolaşırken Bayan Watson'la karşılaştığı sahne ise, gerçekten müthişti. Ayrıca değinmeden geçemeyeceğim, Mycroft Holmes, filme gerçekten bir lezzet katmış. Ayrıca kitaplarda okurken tam aklımda canlandırdığım aktörün kendisine hayat vermiş olması da beni sevindiren şeylerden birisi oldu. Stephen Fry, yılların deneyimiyle gerçekten temiz bir oyunculuk sergiliyor.
  Can, canan olan Rachel McAdams'ın, filmin başında adeta harcanmasına ise çok sinirlendiğimi belirtmeliyim. Onun yerine öyküye dahil olan falcı kadın rolündeki Naomi Rapace, her ne kadar iyi bir oyunculuk sergilese de, ne güzellik, ne de oyunculuk anlamında Rachel McAdams'ın yerini dolduramıyor. İkinci filmin, ilk filmden aşağı kalır olduğu tek yanı da bu zaten: Güçlü bir kadın karakter bulunduramaması... Filmin Kötü Adam'ı Profesör James Moriarty rolünde Jared Harris'te başarılı bir oyunculuk sergiliyor. İlk filmde, Lord Blackwood rolüyle iyi bir oyunculuk sergileyen Mark Strong'un üstünde bir performans gösteren Jared Harris, bakışlarıyla ''Ben Kötü Adamım.'' diye haykırıyor adeta...
   Filmin Finalinden ise etkilendiğimi söyleyebilirim. Holmes ve Moriarty'nin karşılıklı ''beyin fırtınaları''nın ardından Holmes'un verdiği karar, salonda büyük hayret nidalarıyla karşılaştı. Ben eseri okuduğum için, neler olacağını biliyordum ancak düşünce anlarını gerçekten çok beğendim.
   Toparlayacak olursak, Sherlock Holmes, senenin başarılı Blockbusterlarından. Ayrıca Robert Downey Jr. ve Jude Law'ın başarılı oyunculukları da takdir edilesi.Hele hele  Downey Jr.'ın beş dakikalık ''Joker'' performansı müthişti. Warner Brothers'a selam çakmış ve devam filmlerinde oynayabileceğini göstermiş oldu. Oynarsa da çok iyi olur, çok güzel iyi olur.
 İlk filmini kesinlikle geçtiğini söyleyebilirim. Halen vizyondayken, gidip sinemada izlemenizi tavsiye ederim.
    8/10

25 Aralık 2011 Pazar

3,2,1...Kayıt!


 Merhaba.İlk Blogumun ilk gönderisini yapıyor olmanın heyecanı içerisindeyim. Bugüne kadar ''Blog''lamamamın sebebi, filmlerle hep kişisel bağlar kurmam ve çoğu filme tarafsız gözle yaklaşamıyor olmamdı.Eleştirinin temel niteliği olan tarafsız olma, bende olmadığı için, hep düşündüğüm Blog açma fikrinden her zaman uzak kalmışımdır. Ayrıca her zaman, yeteri kadar eğitim ve sinema konusunda yüksek miktarda deneyim elde etmeden blog işine girmemen gerektiğini düşündüm. Ancak, artık bu konularda belli bir olgunluğa eriştiğim fikrine vardığım an, ''Bloglama'' zamanımın da geldiğini düşündüm ve bu blogu ''kurdum.''
    Dost çerçevede, kimseyle zıtlaşmadan, farklı fikirlerle yakınlık kurarak bir sohbet ortamında filmler hakkında yazmak düsturuyla açtığım bu blogumun, sizlere ve bana faydalı olmasını ve uzun soluklu olmasını temenni ediyor, Blog alemine ''start'' veriyorum. Hayde Bre!..